Dünyadan Uzak / Away From The World

20 ocak / 08 ağustos 2018


…. Bugün insanların yaşadığı yalnızlığı kim öngörebilirdi? Her gün dünyaya ilişkin gövdesiz ve sahte bir imgeler ağı tarafından yeniden onaylanan bir yalnızlık. Ama imgelerin bu sahteliği bir hata değil. Eğer kar peşinde koşmak insanlığın kurtuluşunun tek yolu olarak görülürse, gelir elde etmek mutlak öncelik haline gelirse, o zaman gerçekten varolanın itibar görmemesi, görmezden gelinmesi ve baskı altında tutulması gerekir. Bugün resim yapmak, yaygın bir ihtiyaca cevap veren bir direniş eylemidir ve umutlanmayı teşvik edebilir.

 

John Berger – Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar

 

Son iki yıldır beklenmeyen bir anda gelen, hiç tahmin edemediğimiz, distopik diyebileceğimiz bir süreçten geçtik. Ve ilk kez tüm dünya ile birlikte ortak bir sorunumuz oldu. Salgınla birlikte gelen karantina süreci, durmaya yakın yavaşlayan zaman, bilinmezlikler, izolasyon ve getirdiği yalnızlaşma, hepimizi konusunu bile tam anlayamadığımız bir bilim kurgu / felaket filminin içine attı. Sonrasında, ilk şaşkınlığı atlatma ve hala süren durumu anlama idrak etme, kabul etme ve başa çıkma süreci…

 

Kendi özelimde bu zor süreç ile başa çıkma yöntemim ise; Her zor zamanda yaptığım gibi, tuvalin karşısına geçip o anda kalabilmek ve resim yapmayı sürdürmek, belki de ‘’kayıp zaman’’ içinde kaybolmama çabası ile yine sanata sığınmaktı

 

John Bergerin yukarda ki saptamasına kendi gerçekliğimi de ekleyerek diyebilirim ki; Sanatçılar için bir varoluş biçimi olan sanat, diğer herkes için zor zamanların temel gereksinimidir ve yaşam devam ettikçe her alanda çeşitlenerek varolmayı sürdürecektir.

 

Bu süreçte yaptığım çalışmalar salgın döneminde ve dönemin doğal olarak üzerimdeki psikolojik etkisiyle yapılmış olmaları dışında, salgınla görsel anlamda direkt ilişkili değildir.

 

BUKET GÜRELİ

 


 

Kataloğu incelemek için tıklayın.

 


 

Sanat Okur’dan Nil Has’ın sergi ile ilgili Buket Güreli ile yaptığı röportaj:

 

-Dünyadan Uzak başlıklı sergisinizin ortaya çıkışından ve yer alan işlerinizden bahseder misiniz?

 

-‘’Dünyadan Uzak’’ başlıklı sergimde yer alan çalışmalarım, tam da alıştığımız dünyadan bir anda uzaklaştığımız ve adeta distopik bir sürece geçtiğimiz pandemi, karantina döneminde ürettiğim işlerdi. İşlerim doğal olarak dönemin bende ki psikolojisi ile yapılmış çalışmalar. Beden dillerinden sıkıldıkları ya da bekledikleri belli olan figürler var, bunların bir kısmı pencereden ya da tuvalin dışından gelen ışığa doğru bakıyorlar, bir kısmının da sırtı izleyene dönük tuvalin içinde ki belirsiz mekansız soyut bir alana bakıyorlar. İzleyici ile direkt ilişki kurmayan izole olmuş figürler. Bunun dışında kedilerim, bitkilerim ve pandemi de sık ilişkide olduğumuz objeler var. Diğerleri ile bakıldığında aynı duyguyu onlar da veriyor.

 

-Dünyadan Uzak serginiz bir zor sürecin meyvesi oldu. Peki meyvelerin olgunlaşması ve izleyiciye sunulması nasıl bir süreçti?

 

-Pandemi başlayıp herkes gibi ne yapacağımı bilemediğim kısa bir şaşkınlık döneminden sonra evden çıkıp bomboş sokaklardan atölyeye gidip gelmeye başladım. Atölye ve evin çok yakın olması büyük bir avantajdı çünkü sokağa çıkma yasaklarından etkilenmemiş oldum. Çalışmaya başladığımda herhangi bir konsept fikri ya da ilerde yapacağım fiziksel bir sergi düşüncesi yoktu çünkü takip ettiğim tüm haberler yeni bir dünyadan bahsediyordu ve o dünyada her şeyin sanal ortama taşınacağı ile ilgiliydi. Bu benim için oldukça kafa karıştırıcı idi doğrusu. Geçmişte de kafam çok karıştığında ya da dünya dertleri fazla geldiğinde, karşıma bir tuval koyup güzel bir müzik eşliğinde dünyadan uzaklaştığım için bu kez de aynısını yaptım. Sadece baş edemediğim bir durumdan uzaklaşmak ya da direncimi arttırmak için, ilerde izleyiciye sunmak düşüncesi ile değil. 2020 nisan ayından itibaren her zaman ki gibi atölyeye her gün gelip, çalışarak geçirdim bu süreci ‘’normalleşme’’ ye kadar. Ve neyse ki sergiler yavaş yavaş açılmaya başlayınca, ben de yalnız ürettiğim çalışmalarıma izleyicilerle tekrar, beraberce bakmaya ve paylaşmaya karar verdim.

 

-Kırılma noktalarımız oluyor. Pandemi de pek çoğumuz için öyle oldu. Kimi sanatçılara farklı perspektifler kazandırdı veya kimisinin üretim hevesini yok etti. Siz üreterek süreçle başa çıktınız. Üretim anlarınızın dışında gerçekle tekrar bağ kurduğunuzu sanıyorum. Kaygıdan beslenmek ve üretmek nasıldı? Ne hissettirdi?

 

-Söylediğim gibi üretmeye başladıktan sonra en azından günün büyük bir bölümünde kaygılarımdan uzaklaşıyordum. Ne yapacağızı düşünmek ve hiç bilemediğimiz bir geleceği planlamak yerine mental ve fiziksel olarak sağlıklı kalmak ve yapabildiğim en iyi şeyi yapmak yeterli geldi yani sergi yazımda da söylediğim gibi ‘’ …kayıp zaman içinde kaybolmama çabası ile sanata sığınmak ‘’  Belki de bu yüzden bu dönemde ürettiğim resimlerim bu güne kadar ki en renkli resimlerim oldu. Sanırım renklerle dayanıştım onlardan güç aldım. Sergi salonunda hepsine bir arada baktığınızda her ne kadar karantina ve pandemi döneminin sıkıntısı hissedilse de renklerin bana verdiği gücü sanırım izleyenler de aldı. Sıkıntılı ve belirsizliklerle geçen bir dönemi hatırladılar ama asla karamsarlık ve umutsuzluk hissetmediler. Çünkü genel olarak aldığım tepki bu yönde oldu.

 

-Yeni projeleriniz var mı?

 

-Biliyorsunuz ben yaklaşık 10 senedir resimlerimi kağıtları parçalayıp tuval üzerine boyaymış gibi yapıştırarak yapıyorum.Yani kağıtla boya efekti yaratmaya çalışıyorum. Resimlerime bakanlar boyayla yaptığımı düşünüyorlar oysa ki fırça boya kullanmadan, tamamen kağıtla ve kolaj tekniği ile yapıyorum. Ve bu malzeme bana çalışma esnasında değişik ve yeni yollar açıyor ve onun üzerine gidiyorum. Bu son dönem işlerimi üretirken  de açtığı yeni yollar, fikirler oldu. Ben yine heyecanla o yollara dalıp yeni resimler üretmeye devam edeceğim.

KORUNAKSIZ BUKET GÜRELİ

17 ekim / 09 kasım 2018


ÇİĞDEM ZEYTİN

‘’KORUNAKSIZ’’ sergisi üzerine

Issız bir boşluk uzanıyor içimde

etrafımda kalabalıklar

onların boşlukları da uzanıyor sonsuza,

bildiğim tek şey bilinmezlik

ve bilmediğim şey ise bildiklerim…

Buket Güreli yeni sergisinde bizi tenlerin ıssızlığında var ettiği endişelerimizle buluşturuyor. Özellikle kadın teninin çıplaklığının bir adım ötesinde bedenlerin duruşlarında asılı kalıyoruz; biraz tedirgin, biraz anlamaya yeksan.

Tanıdık geliyor bir süre sonra yüzlerini göremediğimiz figürler. Sanki bir akşam sohbetinde arkadaşlarla laflarken bacaklarımızı sıkıştırıp kollarımızı kenetlediğimiz huzursuz akşamlarımızda olduğu gibi içe dönük oturuyor figürlerden biri. Bir diğeri; her akşam yatağa girdiğimizde parçası olmaktan endişe ettiğimiz ve her gün maruz kaldığımız tanımsız yeni dünyamızı yok sayarak başına çekiyor battaniyeyi. Yine de bedeni her olasılığa, her zorluğa ve tekinsizliğe açık…

Zihnimizi örtmeye çalışsak da; bedenlerimiz konuşuyor sanki içinde bulunduğumuz dönemin gerçeklerini. Yeni bir dünyanın yeni gerçekleri, korkuları, belirsizlikleri ve söylenceleri. Eskiden kentteki bireyin yalnızlığından söz edebilirdik mesela sanat yazılarında fakat artık küçülen ve kalabalıklaşan dünyanın tam ortasında yeni dönemin getirdiği olanaklarla olanaksızlaşan yaşamlara sahibiz. İşte tam da bu yüzden bedenlerimiz titrek, bedenlerimiz tedirgin, beklentili ve bir o kadar umutsuz bir varoluşla yaşıyorlar her günü.

 

Endişeyi Örtmek

Bazı figürleri saran, kuşatan, belki de koruyan örtüler dikkatimizi çekiyor tuvallerin arasında. Yer yer bedenlerini örtmüş figürlerin kullandıkları örtüler ellerinde tutunabilecekleri ne varsa yamayarak yarattıkları birer sipere dönüşmüş sanki. Her an kendilerini gizleyebilecekleri, muhafaza edebilecekleri örtülerle tetikte bir duruş sergiliyorlar. Örtü; metafor olarak değerlendirdiğimizde doğası gereği yumuşak ve kucaklayan bir obje olmasına rağmen Güreli’nin resimlerinde köşeli parçalarla form kazanmış. Sıcak, sarılıp sarmalananıp gezdiğiniz, güvenle uyuduğunuz mutlu bir dünyaya değil, aksine hızlı ve pratik bir dünyaya ait ve temel ihtiyaç olan örtünme ihtiyacını karşılamak üzere üretilmiş gibiler.

 

Çıplak Gerçek 

Peki neden nü ve özellikle kadın nülerle karşı karşıyayız? Sanat tarihinde alegorik yani kinayeli kadın nü kullanımına çok fazla örnek verebiliriz. Bununla birlikte örnekleri çok olsa da sanat tarihinde iki tip kadın nü kullanımı vardır. Biri arzu nesnesi olarak çizilen röntgenlenmeye açık, duru ve zarif kadın tasvirleriyken, diğeri ise tam tersi kadınların çıplaklıklarının alt metinleriyle izleyicisini sarstığı, dönemin politik, sosyolojik ve toplumsal gerçekleriyle yüzleştirdiği estetik kaygılardan uzak tasvirlerdir. Tıpkı Fransız sanatçı Jean Leon Gerome’un resmettiği “Truth Coming Out Of Her Well To Shame Mankind” yani “İnsanlığı Utandırmak İçin Kuyudan Çıkan Gerçek” adlı eserinde olduğu gibi…

Buket Güreli’nin nüleri de yüzyıllardır erkin tahakkümüyle metalaşan ve hangi medeni seviyede olursak olalım belki de çağların derinliklerinden gelen kaygıyı taşıyan kadın bedenlerinden oluşuyor. Tıpkı çevresel etkenlerden korunmak gibi basit bir amaç için değil de, toplumsal cinsiyet rollerinin biçtiği kostümlere bürünmeye sürüklenmiş, tetikte olmayı bellek haritalarında taşıyan kadın bedenlerinde olduğu gibi Buket Güreli de kadının bedeninin çıplaklığının taşıdığı tedirginliği tuvallerine taşıyarak yansıtmış zamanın ruhunu.

 

Tekniğin Geçirgen Doğası

Kullandığı teknik ise figürlerin içlerinde bulundukları belirsizliği neredeyse olduğu gibi hissettiriyor. Sadece kağıtlarla kolaj tekniğini kullanarak hayat verdiği figürlerin bedenleri o kadar kırılgan ki adete ışık hüzmeleri tenlerinin sınırlarından geçerek sonsuzlukta kayboluyorlar. Figürlerin sadece bedenleri değil aynı zamanda tenlerindeki ışık da bir o kadar huzursuz. Karanlığın iktidarında titreşen küçük ışıklar gibi naif ve solgun ama umutlu bir halde tuvalin kadrajında salınıyorlar.

Buket Güreli Korunak adlı sergisinde; genelde Türkiye’de sanat üretiminde çokça gördüğümüz iktidar ve dönem eleştirisini yaparken kendini ifşa eden görsel sembollerle anlatımcı bir yol seçmek yerine, bireylerin kendi dünyalarında ve sosyal akışlarında beden dilleriyle sessizce anlattıkları huzursuz dünyayı resmediyor. Karanlığın aydınlıktan bağımsız olamayacağı gerçeğini de yanına alarak tuvallerine umudu taşımayı da unutmuyor.

 


 

‘UNSHELTERED’ by Buket Güreli

A desolate void stretches within me,

Crowds all around

Their void stretches to infinity

The unknown is all that I know

And all I do not know is my knowledge….

In her latest exhibition, Buket Güreli brings us together with our anxieties she’s conjured up at the desolace of flesh. We’re suspended a step beyond the nudity of especially the female body, with the posture of the bodies; part anxious, part at the cusp of comprehension.

Faces that, albeit familiar, are unseen after a while. One of the figures sits in a pose, with locked limbs and introverted, similar to one we’d have during an evening chatter amongst friends. Another pulls up the blanket, as if to ignore the new world to which we’re constantly exposed and of whose part we’re anxious to be a part. Yet, her body is exposed to all possibilities, all hardships and all uncanniness.

Though we want to cover our minds, it is as if our bodies speak the truths of the era we live in. New truths, fears, uncertainties and narratives of a new world. For instance, in artistic texts, we used to be able to speak of the solitude of the individual in the city, but we have lives that become impossible with the possibilities in the midst of a shrinking world and swelling crowds. Just for this reason, our bodies are trembling, anxious, expectant and they live each day with just as hopeless an existence.

 

Concealing Anxiety

Amongst the canvasses, we notice covers than wrap, surround and even protect certain figures. The covers clutched by the figures to wrap themselves transform into shields which they had cobbled together from whatever they get their hands on. With their covers, they strike a pose in which they could conceal and defend themselves. Considered as a metaphor, despite being a soft and embracing object, the cover in Güreli’s works assumes an angular form. It’s as if the covers were produced not for a contented world, in which you wrap yourself in cosiness and sleep in peaceful security, but instead for a world that is fast and practical, and in which the primary need is to take cover.

 

Naked Truth

Then, why the nude and why are we up against specifically female nudes? In the history of art, we can find copious examples of allegorical uses of the female nude. Although the examples are numerous, there are two types of female nude in art history. The first, the nude as an object of desire, is simple and graceful, also open to voyeurism, while the other is the one whereby the nudity shakes the viewer with its subtext and are distant to aesthetic concerns in favour of confronting the spectator with the political, sociological and social realities of their period. As French artist Leon Gerome has depicted in his Truth Coming Out Of Her Well To Shame Mankind..

Buket Güreli’s nudes consist of the bodies of women that are commodified through centuries of male domination and that bear the anxiety of ages, regardless of our level of civilization. Just like the bodies of women who maintain vigilance and who have opted to assume the costumes dictated by the sexist roles of society instead of protecting oneself from the elements, Buket Güreli has also reflected the spirit of the times by bringing the anxiety of the nude body of women into the canvas.

 

The Transparent Nature of Technique

Her chosen technique almost completely convey the uncertainty of the figures. The figures, which she created simply through paper and collages, are so fragile that rays of light almost pass through the borders of their skin and disappear into infinity. Not only the bodies of the figures, but also the light upon their bodies is ever so restless. Like tiny lights flickering under the reign of darkness, they are naive and pale, but they also sway hopefully within the canvas.

In Buket Güreli’s exhibition, Shelter, conducts the oft-encountered critique of power and times, while also depicting the restless world of individuals that is conveyed silently in their social flow via their body language, instead of taking an expressive route of self-expositional visual symbols. Not omitting that darkness cannot exist without light, she minds to bear hope into her canvasses.

Arkabahçe / Backyard

25 şubat / 13 Mart 2016


EMRE ZEYTİNOĞLU

Bir resim bize ne anlatır? Belki ilk bakışta birtakım olaylar, durumlar, kişiler, doğa parçaları, mekânlar vb… Sonra bunlar hakkında oluşturulmuş biçimlerin birbirleriyle kurdukları ilişkiler… Tüm bunlardan da bir duygu çıkartmamızı ister resim… Basitçe öne sürülmüş gibi görülen bu tanım, aslında resmin derinine açılan, giderek onun yapısını belirleyen bir yolun da işaretidir; resimdeki “şey”lerin bir araya gelişlerinin her defasında başka bir algısı ve dolayısıyla başka bir duygusu oluşur. Açıkçası burada bir kompozisyondan söz ediyoruz. Başka türlü söylemek gerekirse, estetikten söz ediyoruz; “şey”lerin önemsizleştiği, onların salt “resim” olduğu bir durumdan…

Yalnızca resmin değil, tüm sanatların tanımıdır kompozisyon. Ve bir kompozisyon farklı algılar yaratmak, bunun uzantısında da farklı duygular açığa çıkartmak adına oluşturulmuş bir ilişkiler yumağı sunar. Eğer bir kompozisyonun işlevi “estetik” sözcüğü ile aynı anlamda anılıyorsa, sırtımızı dayadığımız şu referans bize güven sağlayacaktır: Yunanlılar “estetik” sözcüğünü beş duyu ile “algılamak” anlamında kullanırlardı, ama aynı zamanda da bu algının doğurduğu “duygular” için de kullanırlardı. O halde bir kompozisyonun estetik niteliğinden konu açıyorsak, bir yandan da onun ilişkiler yumağı haline gelip alışılmamış algılar ve alışılmamış duygular yaratma yetisinden de konu açıyoruz. Ve o halde estetik bir kompozisyon, algıları esnetmekte ve daha önce hiç deneyimlenmemiş duyguları da var etmekte gecikmeyecektir. İşte bu yazının hemen girişinde sorduğumuz soru, yanıtını buluverir: Bir resim bizde derinleşen duygulara yol açar; kendi içimizde bir seyahate çıkmak, tuhaf deneyimlere ve duygulara yuvarlanmaktır bir resim…

Demek ki resim, içine topladığı her tür algı malzemesinin bileşikleri ile sunulan bir şey olmalıdır; kompozisyon ise o bileşiklerin bütünü halinde, herkese açılmış davetkâr bir “ön bahçe”dir. Evet, hiç kuşku yoktur ki bu sunulan “ön bahçe”, algı malzemelerinin bileşikleriyle oluşturulmuştur; hatta Gilles Deleuze ve Felix Guattari “Felsefe Nedir?” adlı kitaplarında, çok kesin biçimde şöyle yazmışlardır: “Kompozisyon, yine kompozisyon, bu sanatın tek tanımıdır. Kompozisyon estetiktir ve bileşiklerle oluşturulmamış şey bir sanat yapıtı değildir.” İki yazarın tümceleri bir an içimizi rahatlatır; estetiği ve kompozisyonu bir arada düşündüğümüzde, kendimizi bir resmin gizemini çözüvermiş gibi hissederiz. Bu olabilir.

Oysa bu noktada açıklığa kavuşturulması gereken çapraşık bir durum gündeme gelir, zihnimizde beliren bir soru kafamızı oymaya koyulmuştur: Pekiyi bir “kompozisyon”dan neyi kast ediyoruz?  Yukarıda “bileşiklerin bütünü” diye öne sürdüğümüz şey midir o kompozisyon? Bu tanım, estetiğin var olması açısından tatminkâr mıdır? Buna rahatça “evet” yanıtı vermekte tereddüt ederiz ve biraz geri dururuz; çünkü bilimi ilgilendiren alanlarda da “kompozisyon” sözcüğünün geçtiğini anımsarız. Hemen ardından matematiğin, kimyanın, fiziğin, anatominin vb. teknik kompozisyonlarla uğraştığını da anımsarız. O teknik kompozisyonlar, estetik kompozisyonlar gibi kendi malzemelerinden bileşikler ortaya koyarlar ve bütünlükler haline gelirler ki onların da varlıkları, yine bir yaratıcılığa borçludur.

Öyleyse estetik bir kompozisyon nedir? Zihnimize yerleşen sorunun yanıtını henüz bulabilmiş değiliz. Üstelik şimdi bir de bu soruya bağlı olarak, şöyle sorular belirmektedir: Kompozisyondaki bileşikler, estetik ve teknik olarak nasıl ayrılmaktadır? Hangi tip bileşikler bilimi, hangi tip bileşikler sanatı ilgilendirmektedir? Ya da şu soru: Estetik ve teknik bileşiklerin kompozisyonları, tümüyle ayrı şeyler mi?  İlk bakışta ayrı gibi duruyor. Öyle ya; teknik bileşiklerin kompozisyonlarından türetilmiş bazı formüller ile estetik kompozisyonların duygu dünyaları nasıl bir araya gelebilir ki? Bu ayrımı yapabildiğimiz ölçüde yine bir rahatlama mı hissedeceğiz? Sürekli ürettiğimiz soruların yanıtlarına kolayca ulaşmış olduğumuzu mu sanacağız? Pek öyle değil, yine de bir rahatsızlık duyuyoruz, bir şeylerin yanıtsız kaldığı kuşkusunu sürdürüyoruz… Nedir o kafamızı kurcalamaya devam eden şey? Şu: Bir resmin ya da daha genelde herhangi bir sanat yapıtının teknikten ibaret kalmadığı konusunda kesin bir karara sahibiz, sanat teknik bir çözümleme işi değildir, bu doğru; ne var ki bir yandan da şöyle bir şey düşünüyoruz: Her sanatçının yapıtlarında, kendilerine ait teknikler yok mudur? Bunun da ötesinde o yapıtları özgün kılan şey, en fazla o teknik buluşlar değil midir? Ama en uç noktada sanatçı-öznenin özerkliği, o teknik buluşlarla belirlenmez mi?

Bir kez daha Deleuze ve Guattari’nin kitabına göz atalım, orada şöyle bir tümceyle karşılaşıyoruz: “Bir sanat yapıtı asla teknik tarafından ya da teknik için yapılmamıştır.” Yazarlar bu tümceyle, bir sanat yapıtı için tekniğin bir “hiç” olduğunu öne sürüyorlar ve estetik bir kompozisyonun mutlak gerekliliğini savunuyorlar. Bu durumda onlar da mı teknik ile estetik arasında bir ayrımı dayatmaya çalışıyorlar? Fakat öyle değil; tümcenin devamını okuduğumuzda, teknik konusunda ansızın daha açık bir düşünceyle karşı karşıya geliyoruz: “Şüphesiz, teknik her sanatçıya ve her yapıta göre bireyselleşen pek çok şeyi içerir: Edebiyatta sözcükler ve sözdizimi; resimde yalnızca tuval değil, ama tuvalin hazırlanışı, boya maddeleri, onların birbirlerine karıştırılması, perspektif yöntemleri; ya da batı müziğinin on iki sesi, müzik aletleri, skalalar, perdeler…”

Galiba burada, “estetik kompozisyon” tanımı üzerine bir saptama yapabilme olanağına yaklaşıyoruz ve şöyle bir şey düşünmeye başlıyoruz: Bir kompozisyonun estetik olabilmesi için ya da onun bileşik bir yapı içerebilmesi için, şu âna kadar ayrı ayrı tanımladığımız iki kompozisyon yapısını örtüştürmemiz kaçınılmaz oluyor. Daha açık bir ifadeyle: Estetik bir kompozisyon, teknik kompozisyonu da içinde barındırabildiği kadar “estetik” olabiliyor; “bileşiklerin bütünlüğü” denilen de bu olmalı… Ve son tümceyi de okuduğumuzda, bu konuda artık hiçbir kuşkumuz kalmayacak: “Ve iki düzlem, teknik kompozisyon düzlemiyle estetik kompozisyon düzlemi arasındaki ilişki, tarihsel olarak hiç durmaksızın değişir.” Çok net: İki kompozisyon arasında mutlak bir ilişkiden söz ediliyor… Bununla birlikte estetik kompozisyonun değişimi, bu ilişki içinde, teknik kompozisyonun değişimine (de) bağlanıyor.

Saptamalarımızın son haline varmış bulunuyoruz: Sunulan bir estetik kompozisyon mademki herkese açık, davetkâr bir “ön bahçe”dir, ama onun içine sızmış ve tam anlamıyla onunla örtüşmüş olan teknik kompozisyon da bir “arka bahçe”dir. Sanatçının bağımsız öznesini içeren, o öznenin tüm kararsız arayış süreçlerini kavrayan, sonuçta da ona bir çıkış yolu gösteren şey, bu “arka bahçe”nin ta kendisidir; “ön bahçe”nin davetkârlığa hazırlanması sürecinde, her şey “arka bahçe”de olup biter. Yine de bizim bir sergide, bir konser salonunda, edebi bir kitapta vb. izini sürdüğümüz ne varsa, estetik kompozisyondur: İki kompozisyon düzleminin birbirlerine sızdığı “ön bahçe”dir…

Şimdi Buket Güreli’nin resimlerine gelelim; sanatçı bu sergisindeki yapıtlarıyla, sanki bize bir oyun oynuyor: Mekâna yerleşmiş resimler, tartışmasız biçimde “ön bahçe”dir; bunun tek bir nedeni vardır ki o da “sunuluyor” olmasıdır. Biz de o mekânda hemen şunu düşünürüz: Estetik kompozisyonlardır bunlar… Ve içlerine iyice işlemiş, orada iyice gizlenmiş teknik yapısıyla birlikte… Bir alışkanlığın uzantısında ise şöyle deriz: “Demek ki ‘ön bahçe’ye davet edildik ve işte oradayız; zaten estetik bir kompozisyonda ‘arka bahçe’yi görebilmemiz mümkün değil, gerekli de değil.” Tuvallerin yüzeylerine yayılmış biçimlere, onların bir kompozisyona nasıl uyarlandığına bakarız. Oralarda gördüklerimiz, bir bahçe, bir orman, birkaç insan ve hayvan figürü ve bazı eşyalardır. Belki biraz basit buluruz bunları… Resimler ne anlatmaktadır? Çok açık itiraf etmeliyiz ki bu kompozisyonların bizi sarstığı, deneyim ve duygu dünyamızı derinleştirdiği ya da olmadık durumlarla yüz yüze bıraktığı gibi bir hisse kapılmayız. Daha önce vurguladığımız üzere, tuvallerin yüzeylerinde gezinip durmaktayızdır çünkü… Oralarda “ilginç” bir şeyler aramaktayızdır ve bulduğumuzla yetinmek zorundayızdır.

Oysa sanatçının oynadığı oyunu fark edebilenler, bu resimlerin önlerinde çok daha uzun bir zaman geçirmek durumunda kalacaklardır; bunlar “ön bahçe”nin değil, büyük ölçüde “arka bahçe”nin sunulduğu resimlerdir. Başka türlü söyleyişle, sanatçıların genellikle gizlediği ya da estetik kompozisyonun bileşiği olarak kullandığı “arka bahçe”ye, Buket Güreli daha fazla izin vermiş ve neredeyse onu doğrudan doğruya kendi sergisinin odak noktasına yerleştirmiştir. Bahçeler yer değiştirmiştir; “arka bahçe” “ön bahçe”ye dönüştürülmüştür. O zaman biz izleyiciler, “arka bahçe”nin ayrıntılarına dalmak zorunda kalırız, asıl seyredeceğimiz şey o olur. Nasıl ki sanat tarihinde rastladığımız gibi, yalnızca tek bir renge boyanmış bir tuvalde, yüzeydeki fırça kıpırtılarına takılıp kalmak zorundaysak, bu sergideki resimlerde de bazı lekelere ve boşluklara takılıp kalmak zorundayızdır. Uzaktan boya kütleleri halinde algıladığımız, kendi içlerinde yoğunlaşıp seyrelen o kütleler, ortaya bazı “öyküsellikler” çıkartsa da göreceğimiz şeyler bunlar değildir; bunların nasıl şaşırtıcı bir teknikle meydana getirildiğidir: Birbirlerini tamamlayarak zengin etkiler yaratan kâğıt parçaları… Bunlardan oluşmuş geniş lekeler… Kimi yerlerde saydamlaşan, kimi yerlerde yoğunlaşan, kimi yerlerde de boya ile desteklenen alanlar… Bu etkiler, kabaca bir bakışla boyayı andırsa da bir “kolaj mantığı” taşımaktadır. Dikkatli bir izleyici bundan böyle, o resimlerin hangi öyküleri anlattığına değil de “nasıl” anlattığına bakacaktır.

Sonuç olarak, bu serginin izleyiciye sorduğu bir soru vardır. Sergi, yazının başında da belirttiğimiz gibi şunu sorar: Bir resim bize ne anlatır? Sunulmuş bir “ön bahçe”de olup biteni mi? Bu olabilir, ama bundan mı ibarettir bir resmin anlattığı? Ya “arka bahçe”de olup bitenler ne olacak? O halde bir resim “arka bahçe”sini bize açtığında, ondan ne anlayacağız? Bu sorunun yanıtı çok zor sayılmaz: Bir resmin “ne olduğu”nu anlayacağız… Basit ya da karmaşık, anlattığı tüm öykülerin dışında… Salt bir resmin ne olduğunu… Onun doğuş serüveninin iç yüzünü… Bu süreç de bir deneyim ve bir duygu kaynağı olabiliyorsa, elbette estetiktir. Buket Güreli’nin resimlerinde görüldüğü üzere…      

 


What does a painting tell us? Perhaps, at first glance it’s events, states, people, fragments of nature or places, et cetera… At then there are the relationships amongst such constructions… The painting demands that we infer a sentiment out of all these… Despite its appearance of simplicity, this description is actually a sign of a path that delves deep into the depths of painting, defining its structure. Each time these “things” converge, a different perception and sentiment manifests. Clearly, here we speak of composition. In other words, we speak of aesthetics – the state in which things lose their importance and become pure “painting”.

Composition is the definition of all arts, as well as that of painting. Composition presents a bundle of relations for creating different perceptions and in extension, for revealing different sentiments. If the function of composition is understood as “aesthetics”, this reference upon which rely, would give us confidence. The Ancient Greeks used to employ the word “aesthetics” as “perceiving” via the five senses. As such, if we are to speak of the aesthetic quality of a composition, we are also speaking of its quality of becoming of a bundle of relations, creating unconventional perceptions and sentiments. Therefore, an aesthetic composition would not be delayed in expanding perception and in creating unprecedented sentiments. Thus, the question we have posed at the beginning of this text promptly finds its answer: A painting paces a path of deepening sentiments in us; a painting is a voyage within ourselves and to tumble into odd experiences and sentiments…

Then it is the case that painting is something that is presented the combination of all sorts of material of perception, whereas the composition is an accommodating “front yard” that is the totality of all these compounds. Indeed, there is no doubt that this “front yard” consists of the compounds of materials of perception – in their book, entitled “What Is Philoshophy?” Gilles Deleuze and Felix Guattari wrote with confidence, “Composition is the sole definition of this art. Composition is aesthetics and something that is not constituted by compounds is not a work of art.” These phrases by these two authors relieve as for a moment and as we conceive aesthetics and composition together, we feel as if we have solved the mystery of a painting. This may indeed be the case.

However, there is a complicated situation that requires resolution, as a question begins to pierce our minds: What do we mean by “composition”? Is it “the totality of compounds”, as we defined it above? Is this definition sufficient for the existence of aesthetics? We may hesitate to affirm this and we stay back slightly because we remember that composition also exists in fields of science. We remember that mathematics, chemistry, physics and anatomy also deal with technical compositions. Like aesthetic compositions, these technical compositions also present compounds of their materials and become totalities and thus, they owe their existence to creativity.

Then, what is an aesthetic composition? Currently, we have no answer for this question in our minds. Furthermore, linked to this question, other questions also appear: How do compounds in the composition differentiate aesthetically and technically? What type of compounds is the concern of sciences, and what type compounds is the concern of arts? Or, are aesthetic and technical compositions distinctly separate? At first glance, they appear distinct. Granted, how can certain formulae derived from technical compounds and the sentimental worlds of aesthetic compositions come together? Are we to assume that we have arrived at the answers to questions that generate constantly? Not exactly so, but we still feel an unease and maintain the doubt that some things remain unanswered… What is the thing that keeps bothering us? It is the following: We are adamant that a painting or, in general, a work of art is not merely a matter of technique. Indeed, art is not a matter of technical resolution. Yet, don’t we still think that each artist, in their works, possess a particular technique? Furthermore, isn’t it those techniques that render those works authentic? Ultimately, isn’t it those technical innovations that define the autonomy of the artist-object?

Let us glance back at the book by Deleuze and Guattari. We encounter the following phrase: “A work of art is never created by or for a given technique.” The authors claim that for a work of art, technique is “nothing” and assert the absolute necessity of an aesthetic composition. In that case, are they also trying to impose a distinction between aesthetics and technique? However, as we read the remainder of the phrase, we encounter a much clearer thought about technique: “Without a doubt, technique consists of a lot things that are rendered individual for each artist and each work: Words and syntax in literature, not only the canvas but also the preparation of the canvas in painting, as well as that of painting materials, their mixtures, method of perspective, or the twelve voices in Western music, instruments, scales and frets…”

Here, we might be approaching the possibility to determine the definition of “aesthetic composition”, which leads us to think the following – for a composition to be aesthetic or for it to consist of a compound structure, it is inevitable to overlap the two aforementioned compositional structures. In plainer words, an aesthetic composition can be “aesthetic” insofar as it consists of the technical composition. This must be what is called “the totality of compounds”… And as we read the final phrase, we will no longer have any doubts: “And the relationship between the two planes, that of technical composition and of the aesthetic composition, historically shift with no cessation.” It is quite clear that there is an absolute relationship between the two compositions. In this relationship, the shift in the aesthetic composition is linked to that of the technical composition.

Our assignations seem to have assumed their final form. If an aesthetic composition is an open and accommodating “front yard”, then the technical composition, which seeps into and wholly overlaps it is a “back yard”. It is this “backyard” that consists of the artist’s independent object and grasps the uncertain process of exploration and eventually shows a way out. In the preparatory process of the front yard’s allure, everything takes place at the backyard. Whatever we may be tracking down at an exhibition, a concert or a book, it is the aesthetic composition. The front yard is where the two planes of composition merge.

Let us now touch upon Buket Güreli’s paintings. It appears as if the artist, with her works in this exhibition, is playing with us. The paintings that are grounded on the location are certainly the “front yard”, the sole reason for which is that they’re being “presented”. Thus, we promptly think these are aesthetic compositions. And with their saturated and well-hidden structures, we say with the extension of a habit, “We are invited to the “front yard” and here we are. It is impossible to see the “backyard” in aesthetic compositions and it is not necessary to do.” We gaze upon the forms sprawling across the canvas and see how they are adapted to a composition. What we see is a garden, a forest, a few people, some animal figures and some objects. At times, we find them simple… What do these paintings tell? Frankly, we don’t feel that these compositions deepen our worlds of sentiment and experience, nor do they leave us vis-à-vis unconventional situations. As we have mentioned before, we meander across the surface of these canvasses, because we seek something “interesting” and we must make do with what we find.

However, those who discern the game that the artist is playing would be spending a longer period before these paintings. These are paintings in which the “front yard” but the “back yard” is presented. In other words, Buket Güreli permits the “backyard”, which artists often conceal or employ solely as the compound of their aesthetic composition, and she positions it almost as the main focus of the exhibition. The “yards” seem to have been interposed and the “backyard” seems to have become the “front yard”. Therefore, as spectators, we are obliged to delve into the details of the “backyard” as it is the main sight to observe. Just as we must cling on the brush strokes on a single-colour canvas, so must we cling on to certain spots and spaces in the works in this exhibition. Although those masses of paint, perceived as such from a distance, reveal a certain “narrativity”, it’s not these are not what we would see, but the surprising technique with which they’ve been brought together. Fragments of paper that produce rich effects on paper by complementing each other… Broad spots manifesting from these effects… Fields that become translucent at times or coalesce, or become reinforced with paint… Although appear as paint a first glance, these effects maintain a “collage mentality”. An attentive spectator would therefore observe not what stories are being told, but instead, “how” they’re told.

In conclusion, there is a question that is posed by this exhibition. It asks, as we’ve noted in the beginning, what a painting tells us. Is it what occurs in the “front yard”? This may be the case, but is it all there is? What about what occurs in the “backyard”? What are we to understand if and when a painting opens its “backyard”? It may not be so difficult to work that out – we would understand “what the painting is”… Aside from all the simple or complicated stories, what the pure painting is… The innermost façade of its birth… If this process can be a source of experience and sentiment, it’s surely aesthetic – as can be seen in Buket Güreli’s paintings…

“Sıradan…/ Ordinary…”

12- 31 Mayıs 2015


Buket Güreli’nin,  2003-2009 yılları arasında linol baskı tekniği kullanarak ürettiği; print, mini print ve exlibris işlerinden oluşan “Sıradan…/ Ordinary…”  isimli sergisi 12- 31 Mayıs 2015 tarihleri arasında Ankara, TAD Emin Hekimgil Sanat Galerisi’nde sergilenecek.

TAD Emin Hekimgil Sanat Galerisi

Cinnah Caddesi no : 20 Kavaklıdere / Ankara

Açılış kokteyli / Opening cocktail : 12 mayıs 2015, saat: 18.30-20.00

 

Bakakalırım / I stare gawking

13 Nisan / 29 Nisan 2012


BUKET GÜRELİ

Zenginlik ve yoksulluk coğrafya üzerinde nasıl dağılır? Bir kente ilk gelenleri “efendi”, en son gelenleri “parya” yapan nedir?” David Harvey

Kentsellikle ilgili kapitalist ve sosyalist formülasyonların eleştirel bir incelemesini yapan David Harvey, bir anlamda tarihsel maddeciliğin mekân çalışmalarına uygulanmasının ilk örneğini vermiş, sosyal adaletsizliğin mekân üzerindeki bölünme ve farklılaşmalarla nasıl örtüştüğünü göstermiştir.

Sosyal adalet ve Şehir adlı kitabınd, kapitalizmin popüler bilinçte genellikle bir “köşe dönücülük” olarak görüldüğünü; kapitalizmin gelişimine coğrafya üzerinde de bakılabileceğini, bakılması gerektiğini, kapitalizmin aynı zamanda mekân üzerinde oynanan bir “köşe kapmaca” olduğunu söyler ve kanıtlar.

“Teoriyi ve siyaseti mekânla ilişkilendirmek aynı zamanda insanla ilişkilendirmek anlamını taşır. Kişisel yaşam deneyimleri ile toplumsal yaşamın ve bütün bunların içinde yer aldığı mekânın düzenlenişi, kullanım biçimleri, mekânın örgütlenişi ciddi siyasal uzanımlara sahiptir. Özel ve kamusal yaşamın örgütlendiği mekân hem somut yerel, coğrafi özellikler taşır, hem de simgesel anlamlar yüklüdür. Kapitalizmde bütün bunlar piyasa mekanizmalarının elinde insanları pasif izleyiciler, özgürlük sahibi olmayan tüketiciler ve araçlara dönüştürür, yabancılaştırır.”

Günümüzde dünyanın bütün kentlerinde kentsel dönüşüm, “soylulaştırma” projeleri kapitalizmin dönemsel gücüyle, yerel kültürel dokuyla, siyasal mücadelelerle bağlantılı olarak çeşitli hız ve yoğunlukta yaşanıyor. Bundan her dönemin gözdesi İstanbul ve Beyoğlu da en büyük payı alıyor hiç kuşkusuz. Geçmişte azınlıkların kendi kültürleriyle oluşturdukları ve yaşadıkları Pera, malum nedenlerle zamanla değişime uğrayıp yerini yoksul Anadolu insanlarına (mecburen) bıraktıktan sonra, uzun bir dönem kentin yaramaz, kirli ve problemli sokak çocuğu olarak görmezlikten gelindi. Dışardan bakanların korktuğu ürktüğü, içerde olanların çok renkli, çok farklı yanlarını keşfettiği bu çocuğa artık çok “trend” olduğu üzere sistem “çeki düzen” vermek istiyor. Yine mecburen ve zorla… Bu kez son gelenler David Harvey’in bahsettiği anlamda paryalar değil, “Neo Global” sistemin gönüllü paryaları. Onlar, şimdi bölgenin yüzlerce yıllık tarihini ve birçok farklı kültürünün izlerini silerek, bir kenara atarak yepyeni, tertemiz bir “Şanzelize” yaratmak istiyorlar. Tıpkı yüzlerce yıllık “Cezayir Sokağı”ndan “Fransız Sokağı” yaratmaları gibi…Biz de bu dayatmalara, tıpkı televizyon ya da bilgisayar ekranında cereyan ediyormuşcasına bakakalmaktan öteye geçemiyoruz.

Bu sergide, ömrünün yarısını bilerek ve tercih ederek Beyoğlu’nda yaşamış, olumlu olumsuz tüm sürece tanıklık etmiş bir birey olarak, kendi semtimin bu son varoluş hallerini kendi bakışım ve kendi ifade biçimimle yansıtmak istedim. Burada üst üste biriken çok farklı kültürleri, kirli yüzeyler altındaki gerçek renkleri, çamaşırları, çöpleri, kedileri… Yine üst üste katmanlar oluşturarak dramatik kurgu denemeleri yaparak …

Tabii ki eski Pera, Beyoğlu her zaman var olacak, ancak daha “soylu”, daha “elit”, daha “temiz” yeni sahipleriyle…

O halde bizim gibilere de

“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç

Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç”, şarkısını mırıldanarak yavaş yavaş yol almak düşecek…

Bugün değilse de Yarın


“How does poverty and prosperity disperse throughout geography? What is it that makes a newcomer “gentleman” or and a resident “pariah”? David Harvey

While performing a critical analysis of capitalist and socialist formations about urban dynamics, David Harvey provided the first example of the application of historical materialism upon studies of space, and displayed how social injustice overlapped with the division and alienation upon space.

In his book “Social Justice and the City”, Harvey proposes and proves that capitalism is often observed as opportunism, that the development of capitalism can and should be viewed through geography, and that capitalism is a tag chase played within space.

“Relating theory and politics with space means also relating them with people. The composition of personal experience and public life, along with their composition with the space within which they exist, the usage, and the organization of the space bear political consequences. The space within which political and private lives are organized possesses concrete local and geographic traits, and symbolic meanings. Within capitalism, all these are transformed into passive observers, non-liberal consumers and tools.”

Currently, urban reformation and “gentrification” occur in varying levels depending on the force of capitalism, local cultural texture and political struggles. Without doubt, Istanbul’s all-time favourite, Beyoğlu takes the toll. Having been built by minorities with their own cultures, Pera has been gradually left to impoverished Anatolians and was ignored as the city’s rundown, dilapidated and mischievous urchin. Seen as terrifying from outside, yet vibrant and distinct from within, this urchin is now considered to be “trendy” and it’s set to be rendered “proper” by the system. However, it’s forceful and obligatory… This time, the newcomers are not pariahs, but what David Harvey referred to as the voluntary pariahs of the “Neo Global”. Now this new public is attempting to efface the history and culture of centuries and to create a clean and pristine “Champs Elysses”. Just like they created ”French Street” out of the centuries-old “Algerian Alley”… And we go no further than staring at these impositions while seething by ourselves through the television or computer screen.

In this exhibition, I have attempted to reflect the states of being of my own neighbourhood whom witnessed it in all its conditions and in which I’ve lived willingly for half of my lifetime. Those overlapping cultures, the true colours beneath their grimy surfaces, the laundry, the trash and the stray cats… With overlapping layers and experimenting with dramatic compositions…

Of course Pera will always remain as Beyoğlu but with its new owners that are “nobler”, “elite” and “pristine”…

Then, for those like us, it remains to walk away while murmuring that old song,

“We’re at the horizon of no return, it is too late,

It is the final chapter, my life, pass however you may…”Tomorrow, if not today…

Geçen zamanlar, dondurulmuş anlar / passed times frozen moments

12 Ocak / 18 Ocak 2009


BUKET GÜRELİ

Bu sergideki çalışmalar kendi geçmiş zamanlarımdan, özel bir dilimde yer alan 6 adet dondurulmuş kare’ den yola çıkılarak üretilmiştir.

Bu kareler herkesin albümünde yer alan,  sadece an’ı sonsuzlaştırma çabası gibi görünen sıradan bir eylem gibiyse de, arka planına dönemin sosyal durumu yerleştirildiğinde ve bu günden bakıldığında dönemi yaşayan herkesin anılarına  “an”  lık bir dönüş yaşatacaktır.

Amaç bu ortak geçmişte yıllar sonra tekrar buluşmak, anıları tazelemek ve unutmamaktır…

Çalışmalar kağıt üzerine linol baskı tekniğinde, siyah beyaz basılmıştır.

Seçilen zaman diliminin dönem özellikleri nedeniyle üzerimde bıraktığı  etki “ gri, siyah ve beyazdır.”  O nedenle bu sergide renk yoktur…


The works in this exhibition have been created through my own past utilising six frozen frames from a special period.

Though these frames, that can be found in any album, are like an ordinary attempt which only seem to eternalize the moment, will make everyone’s memories return  “momentarily” if the the period’s social conditions is set as a background.

The aim is to meet in this common past after years and to refresh the memories and not to forget them…