Saat Çiçeği / Berrin Yırtmaç

23 Ekim  / 12 Kasım 2019

Berrrin Yırtmaç’ın 2007 den beri ürettiği resimlerinden bir seçki ile açacağı ilk solo resim sergisi” Saat Çiçeği ” Adasanat’ta 23 Ekim’de…
‘’Geçmiş kimin evi, gelecek kimin bahçesi?’’
Pınar Öğünç
Eskizlere ihtiyacımız var. Geçmiş, avucumuzda tutmaya çalıştığımız ne katı, ne sıvı, ikisini de andıran bir madde gibi. Bir yandan elimizin içinde ağırlığını, varlığını hissediyoruz; orada. Ama işte ne kemiğin katılığında, ne kanın akıcılığında olduğundan, aynı zamanda parmaklarımızın arasından sızmasını da durduramıyoruz. Akıyor, kaygan. Yerçekimi yönünde uzuyor, uzuyor. Gelecek ise belki bir sıcaklık olabilir avuç içinde. Ya da bazen bir tuhaf soğukluk. Ama varlığı müphem.
Geçmiş, gelecek ve şu andan konuşurken en bilgiç cümleleri şimdiye dair kurabilmişiz gibi hissediyor insan. Hem “Anını yaşa” diyorlar ya, hani tek gerçek o… Aynadakiyle baş başasın.
Öyle de değil. Yerçekiminin adını koyan bilim insanları aynaya baktığımızda aslında geçmişi gördüğümüzü söylüyor. Işığın o camsı yüzeyde kırılıp da yansıtmasıyla arada, bizim saniye diye bildiğimiz birimin bilmem kaç milyarda biri kadar bir fark var. Yani aslında ayna bile tam o anı göstermiyor, o minicik aralık kadar önceki halimiz bize bakıyor karşıdan. Beynimizin kabiliyeti bu farkı idrak etmeye yetmese de öyle. Oysa ki bu gezegende zaman geçirmenin geliştirdiği bir kabiliyet sayesinde, yaşamak denen zanaati biraz öğrenmişsek yani, bunu zaten bilebiliriz. Aynada karşıdan bize geçmişimiz bakıyor. Bakışımızdan tanıyoruz.
Zaman nedir, nasıl işler? Bunun üzerine düşünmeden felsefe yapmak mümkün değil. İlk çağdan bu yana filozoflar zamanı kavrayışımızın şekilleri, boyutları, yönü üzerine düşünüyor. Bergson’a da sorsak aynadan bize bakanın geçmişimiz olduğunu söylerdi misal. Belki de sandığımızın tersi; geçmiş ve gelecek var, aralarında en olmayanı şu an. “Şu an” dediğimiz an da geçmiş oldu. Düşünmek için eskizlere ihtiyacımız var. Bir bitki var, zaten güzelliğinden gözlerinizi alamıyorsunuz, bir de filozof mübarek. Bir adı “saat çiçeği”, diğeri “çarkıfelek” ya da “passiflora incarnata”. Muhtevası sakinleştiriyor. Saat, zaman, hatıra, hafıza, tarih ya da feleğin çarkı üzerine düşüneceksen sakinleşmeye ihtiyacın var diyor bir nevi.
Zaman nedir, nasıl işler? Bunun üzerine düşünmeden, düşündüğümüzü unutmadan misal yemek yapmak da mümkün değil, yahut ev yapmak da. Ki zaman üzerine düşünmek, hatırlamak ve özlemek, “nostalji” dediğimiz yani, o da aslen evle ilgili. Sıla hasreti çeken askerlerin, evini özleyenlerin hastalığı en başta. Barbara Cassin nostaljiyi kök, sürgünlük, aidiyet bağları üzerinden incelediği kitabına o yüzden “İnsan Ne Zaman Evindedir?” (Kolektif Kitap, 2018) ismini vermiş. Geçmiş kimin evidir?
Geçmiş bir yandan da bir inşaat faaliyeti hakikaten. Hatıraları eğeleyerek, kırarak, karıştırıp da dizerek ördüğümüz duvarlardan müteşekkil bir oda kişisel tarihimiz. Bazen bir kelimeyle, bir kokuyla canlanıp katılaşan tuğlalar her bir hatıra. Byung-Chul Han “Zamanın Kokusu”nda (Metis Yayınları, 2018) “Koku tarihe gebedir” diyor. Proust’u kayıp zamanın peşinde koşturan kokunun, şeyleri bağladığını, dokuyarak birleştirdiğini, zamansal olayları bir imgeye, bir anlatı formuna sıkıştırdığını söylüyor.
Büyük harfli “Tarih”e gelirsek, bu binanın bir kolonu, kirişi Eduardo Galeano’nun andığı kadim bir Afrika sözü olmalı: “Avlanmanın tarihi her daim avcıyı kutsar; av olan aslanların kendi tarihçileri anlatamadıkça…” Avcıların kaydettikleri gibi, “erkeklerin” yazdığı tarihten de kuşku duymak, kadınlar kendi soyağaçlarını da dizip tarihi cinsiyetlendirene kadar binanın temeline sağlam gözüyle bakmamak gerekiyor.
Zaman nedir, nasıl işler? John Berger “A’dan X’e” (Metis Yayınları, 2008) adlı kitabında “Evren beyne benzer, makineye değil. Hayat şu anda anlatılan bir hikâyedir. İlk gerçeklik hikâyedir. Tamircilik bana bunu öğretti” diyordu. Ev yapanların, evler yapmakla dolu bir tarihin öğrettikleri de mühim o yüzden. Bu işin ustaları diyor ki, ahşap parkeleri döşerken, birbirine geçirip çekiçle değil elle vurun üstlerine. Ahşap eli hissedermiş. Bir de duvar diplerinde azıcık aralık bırakmak iyiymiş. Sonra üzerlerinde gezindikçe parkeler birbirilerine iyice geçecek, zamanla zeminin engebesiyle uzlaşıp her biri bizim santimetre dediğimiz birimin belki milyarda biri kadar yayılacaklar. Beynimizin kabiliyeti bu birimi idrak edemeyebilir, ama bu gezegende zaman geçirmenin geliştirdiği bir kabiliyetle ustanın ne dediğini de çok iyi anlarız. Yaşamak denen zanaati azıcık öğrendiysek.

Mutlu Kalabalıklar-Sayat Uşaklıgil

12 Mart /20 Nisan 2019

Sayat Uşaklıgil’in Mutlu Kalabalıklar adını verdiği 5.Kişisel Sergisi 12 Mart Salı günü Galeri 77 ‘de açıldı.

Figüratif, ütopik, sürreal çerçevelerde zaman, uzam ve mekan bağlamında yapıtlarıyla “Mutlu Kalabalıklar” isimli sergisini Galeri 77’de izleyiciye sunan Sayat Uşaklıgil, eserlerinde ironik bütünsellikler yaratıyor. Sanatçının akrilik boya ile ürettiği çeşitli formlardaki tabloları figüratif bir yoğunluk, mekansal bir derinlik içinde alternatif ve çok boyutlu gerçeklikler sunuyor. Uşaklıgil’in illüstratif ve sinematografik bir üslup ile ele aldığı yapıtlarında, kadın ve erkek figürlerinin masum ve mutlu görüntüleri, gülen ve çoğu zaman eğlenceli anlarının betimlendiği, geçmiş ve bugünün zamansal sentezinin de yer aldığı sergisi 20 Nisan 2019 tarihine kadar Galeri 77’de izlenebilir.

 
Necatibey Cad. No: 77 Ayvaz Han 
Karaköy Beyoğlu İstanbul 

212-251 90 82
 

www.galeri77.com

 

Pazar günü hariç 10:00 – 18:00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. 

 


                        					

A.CEM ŞAHİN, BAŞAŞAĞI-TOPSYTURVY

18 aralık 2018 / 18 ocak 2019

(…) ”A.Cem Şahin son dönem yapıtlarında, uzun yıllar yoğunlaştığı baskı resim,( linolyum / yüksek baskı ) çalışmalarının kaynaklık ettiğini görürüz. Büyük boyutlu oymaların yüzeye basılmış görsellerini yeni bir anlayışla değerlendirerek, parçalayarak, yani bir yap-boz a uğratarak büyük boyutlu yüzeylerde adeta bir pazıla dönüştürüp, bir plastik dil kurma çabası içinde olduğunu görürüz. Bu sayede bir labirente dönüşen yüzeye yeni bir okuma ve anlam kazandırmanın peşindedir.

Barok resmin açık form ve dinamik kompozisyon anlaşındaki gibi süreç gerektiren bir algılamanın plastik sonucunu amaçlar gibidir. Ortaya çıkan konstrüktif, tekstürel doku ve “kremayer dişlisi” gibi “manidar” imgelerin yer aldığı örgünün içinde zaman zaman beliren hüzünlü portreler, grotesk bedenler, kaotik kurgunun içinden bir isyanı imlercesine bize bakarlar. Çizgisel ve lekesel örgüyle oluşan expresyon, girdap etkisi içinde çaresiz devinen figürler, ütopyanın distopyaya dönüştüğünü algılatır izleyene.

İnsanın duygusal kavrayışının sonuçları, spesifik olarak yaratıcı edimin sonucunda yapıta dönüşür.

Yapıta ilişkin okumanın metinsel bir dizgeye dönüştürülmesi en nihayetinde yorumdur, değer yargıları sonucunda ortaya çıkan yeni bir betimleme, sanatçıyla kurulan bir empatinin sözel sonucudur.

Yani, ezcümle aslolan resimdir gerisi laf-güzaftır demek lazım…

MeMeT Güreli

Sergi 18 Aralık’tan itibaren Msgsü Tophane-i Amire KSM Tek Kubbe Salonu’nda 18 ocak 2019 a kadar görülebilir

 


                        					

Zaman Kuşu Neş’e Erdok

03.04.2018 / 09.06.2018


Türkiye’de figür resminin önde gelen temsilcilerinden Neş’e Erdok’un yaşamı ve eserlerini içeren, yazarlığını Oğuz Erten’in yaptığı ¨Zaman Kuşu: Neş’e Erdok’un Yaşamı ve Sanatı¨ isimli kitap dolayısıyla hazırlanan sergiye ev sahipliği yapıyor. 3 Nisan – 9 Haziran 2018 tarihleri arasında gerçekleşecek “Zaman Kuşu” isimli sergide sanatçının 1970’li yıllarda ürettiği eserlerinden günümüze dek uzanan geniş bir seçkiye yer veriliyor.

Bozlu Art Project koleksiyonunun sergilendiği ve sanat-araştırma faaliyetlerinin yürütüldüğü Şişli’deki tarihi Mongeri Binası, bu kez kapılarını Bozlu Sanat Yayınları’ndan çıkan ¨Zaman Kuşu: Neş’e Erdok’un Yaşamı ve Sanatı¨ isimli kitap dolayısıyla sanatseverlere açıyor. Türkiye’nin sanat tarihinde belli köşe taşlarında yer alan sanatçılar hakkında yapılacak monografik çalışmaların önemine dikkat çeken kitap, gerek eğitimci kişiliği gerekse resimleriyle hafızalarda yer eden sanatçı hakkında bugüne dek yapılmış en kapsamlı çalışma.

Üç yıla yakın bir araştırmanın ve Neş’e Erdok ile yapılan görüşmelerin ardından çıkan kitabın ilk cildi, sanatçının çocukluk yılları, ailesi, Akademi’deki eğitim süreci, İspanya ve Fransa’daki eğitim yılları, bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan Akademi’de otuz beş yıl sürdürdüğü öğretim üyeliği görevini içeren yaşam öyküsüne yoğunlaşıyor. Neş’e Erdok’un seriler halinde çalıştığı Saltanat, Sokak Satıcıları, Suç ve Ceza, Gece Yolculuğu, Gölköy gibi temaları konu edinen bölümler ise Erdok’un resimlerini üretirken etkilendiği yazarlar, şairler, ressamlar, toplumsal olaylar ve kişilerden hareketle resimlerinin ardında yatan düşünceye odaklanan yeni bir okuma önerisi sunuyor. Bir retrospektif niteliğinde hazırlanan kitabın ikinci cildi sanatçının kendi arşivi, koleksiyoncularla yapılan görüşmeler ve araştırmalarla ulaşılabilen tüm Neş’e Erdok resimleri ve desenlerini kapsıyor.

kaynak: oggusto.com

Kötülüğü gördüm, Nevhiz Tanyeli

02 Mart-13 Nisan 2018

 


“KÖTÜLÜĞÜ GÖRDÜM! / I HAVE SEEN EVIL!”

NEVHİZ kitap tanıtımı ve sergi açılışı

CORPUS YAYINEVİ VE GALERİ Açılış: 02 Mart Cuma saat 18.00-20.00 arası

Sergi süresi: 02 Mart-13 Nisan 2018

Adres: CORPUS G ASTORİA AVM, B2/03 Büyükdere Cad. No: 127 Esentepe – Şişli / İSTANBUL

(0534) 737 19 21

Ütopyayı Taşıyanlar / Ahmet Umur Deniz

25.04.2017 – 25.05.2017


Karşı Sanat
Gazeteci Erol Dernek Sok. No: 11/4 Hanif Han
Merkez Beyoğlu İstanbul 
212-245 71 53
 

www.karsi.com

Pazar günü hariç her gün 11:00-19:00 saatleri arasında gezilebilir. 

Baskı / Pressure A.Cem Şahin

04/04 / 2017 – 05/ 05 / 2017


  1. Cem Şahin,5. kişisel sergisi “Baskı” – “Pressure’’ile ALAN İstanbul’da!
  2. Cem Şahin,Türk Çağdaş Resim Sanatı’nda özgün bir yere sahip. Sanatçı, eserlerinde çoğu zaman her birine kendi içinde farklı anlamlar yükleyerek kurguladığı figürleri yoğun derinlik duygusuyla bütünleşmiş zamansız mekanlarda resmediyor. Genellikle bilinçaltı süreçlerin işlendiği resimlerde yer alan bu figür ve semboller gerek kişinin istek, arzu ve korkularının görselleştiği gerekse de modern insanın içinde varolduğu toplumsal süreçlerdeki içsel duygu devinimlerinin betimlendiği derin ifadelere dönüşüyor. Eserlerde yer alan bu figürler yoğun dramatik öğelerle birleşerek, tek tek ele alındıklarında kendi hikayelerini anlatan başrol oyuncularına dönüşürken öte yandan da izleyiciyi kendi dünyasında uzun soluklu bir maceraya çıkaran bütüncül bir kurgunun kahramanlarını oluşturuyorlar.

“Baskı” – “Pressure’’, sergisi, insanın gerek bir birey olarak gerekse de kendi iç dünyasında, yaşadığı çevreyle kurduğu ilişkiyi konu ediniyor. Sergideki eserlerse bu etkileşimin insan üzerindeki yansımalarını ve bu nedenle kişinin içinde oluşan kırılmaları aktarıyor. Sergide, A. Cem Şahin’in tek iş olarak üretilmiş büyük boyutlu siyah beyaz linol baskı kolajlarındaki konunun kimi zaman odak kimi zamansa kaçış noktasını vurgulayan renksel dokunuşlar, farklı bilinç seviyelerini şiirsel bir dille resme aktarıyor. Bu yönüyle sanatçı, resim sanatında daha önce pek de benzeri görülmemiş yeni bir tekniğin de altına imzasını atıyor.

“Baskı” – ‘’Pressure’’ sergisi 04/04/2017 ile 05/05/2017 tarihleri arasında ALAN İstanbul’da görülebilir.

TOPRAK, MAHŞER, KATEDRAL Artin Demirci Resim Sergisi

21 Nisan – 10 Mayıs 2016


Artin Demirci’nin yeni resimlerinden oluşan Toprak, Mahşer, Katedral başlıklı sergi 21 Nisan – 10 Mayıs 2016 tarihleri arasında Adasanat’ta.

Sergi başlığında geçen mahşer sözcüğü, kaosu, dağınıklığı çağrıştırırken aynı zamanda bir oluşuma da işaret ediyor. Artin Demirci’nin son resimlerinde de, olmuş şeyler yerine oluşmakta olan şeylerin ortaya çıktığı söylenebilir. Demirci’ye göre mahşer, geçmişi, geleceği ve zamanını tanımlıyor, insanı düşündürüyor; biz nasıl bir yerdeyiz, neredeyiz ve neyi yapıyoruz. Bu oluşum halini zamanımızın ruhu olarak görüyor. Ne olumluyor, ne olumsuzluyor.

Arka Bahçe / Buket Güreli Resim Sergisi

25 Şubat / 13 Mart 2016


 

ADASANAT

Buket Güreli’nin “Arka Bahçe”si Üzerine

Emre Zeytinoğlu

Bir resim bize ne anlatır? Belki ilk bakışta birtakım olaylar, durumlar, kişiler, doğa parçaları, mekânlar vb… Sonra bunlar hakkında oluşturulmuş biçimlerin birbirleriyle kurdukları ilişkiler… Tüm bunlardan da bir duygu çıkartmamızı ister resim… Basitçe öne sürülmüş gibi görülen bu tanım, aslında resmin derinine açılan, giderek onun yapısını belirleyen bir yolun da işaretidir; resimdeki “şey”lerin bir araya gelişlerinin her defasında başka bir algısı ve dolayısıyla başka bir duygusu oluşur. Açıkçası burada bir kompozisyondan söz ediyoruz. Başka türlü söylemek gerekirse, estetikten söz ediyoruz; “şey”lerin önemsizleştiği, onların salt “resim” olduğu bir durumdan…

Yalnızca resmin değil, tüm sanatların tanımıdır kompozisyon. Ve bir kompozisyon farklı algılar yaratmak, bunun uzantısında da farklı duygular açığa çıkartmak adına oluşturulmuş bir ilişkiler yumağı sunar. Eğer bir kompozisyonun işlevi “estetik” sözcüğü ile aynı anlamda anılıyorsa, sırtımızı dayadığımız şu referans bize güven sağlayacaktır: Yunanlılar “estetik” sözcüğünü beş duyu ile “algılamak” anlamında kullanırlardı, ama aynı zamanda da bu algının doğurduğu “duygular” için de kullanırlardı. O halde bir kompozisyonun estetik niteliğinden konu açıyorsak, bir yandan da onun ilişkiler yumağı haline gelip alışılmamış algılar ve alışılmamış duygular yaratma yetisinden de konu açıyoruz. Ve o halde estetik bir kompozisyon, algıları esnetmekte ve daha önce hiç deneyimlenmemiş duyguları da var etmekte gecikmeyecektir. İşte bu yazının hemen girişinde sorduğumuz soru, yanıtını buluverir: Bir resim bizde derinleşen duygulara yol açar; kendi içimizde bir seyahate çıkmak, tuhaf deneyimlere ve duygulara yuvarlanmaktır bir resim…

Demek ki resim, içine topladığı her tür algı malzemesinin bileşikleri ile sunulan bir şey olmalıdır; kompozisyon ise o bileşiklerin bütünü halinde, herkese açılmış davetkâr bir “ön bahçe”dir. Evet, hiç kuşku yoktur ki bu sunulan “ön bahçe”, algı malzemelerinin bileşikleriyle oluşturulmuştur; hatta Gilles Deleuze ve Felix Guattari “Felsefe Nedir?” adlı kitaplarında, çok kesin biçimde şöyle yazmışlardır: “Kompozisyon, yine kompozisyon, bu sanatın tek tanımıdır. Kompozisyon estetiktir ve bileşiklerle oluşturulmamış şey bir sanat yapıtı değildir.” İki yazarın tümceleri bir an içimizi rahatlatır; estetiği ve kompozisyonu bir arada düşündüğümüzde, kendimizi bir resmin gizemini çözüvermiş gibi hissederiz. Bu olabilir.

Oysa bu noktada açıklığa kavuşturulması gereken çapraşık bir durum gündeme gelir, zihnimizde beliren bir soru kafamızı oymaya koyulmuştur: Pekiyi bir “kompozisyon”dan neyi kast ediyoruz?  Yukarıda “bileşiklerin bütünü” diye öne sürdüğümüz şey midir o kompozisyon? Bu tanım, estetiğin var olması açısından tatminkâr mıdır? Buna rahatça “evet” yanıtı vermekte tereddüt ederiz ve biraz geri dururuz; çünkü bilimi ilgilendiren alanlarda da “kompozisyon” sözcüğünün geçtiğini anımsarız. Hemen ardından matematiğin, kimyanın, fiziğin, anatominin vb. teknik kompozisyonlarla uğraştığını da anımsarız. O teknik kompozisyonlar, estetik kompozisyonlar gibi kendi malzemelerinden bileşikler ortaya koyarlar ve bütünlükler haline gelirler ki onların da varlıkları, yine bir yaratıcılığa borçludur.

Öyleyse estetik bir kompozisyon nedir? Zihnimize yerleşen sorunun yanıtını henüz bulabilmiş değiliz. Üstelik şimdi bir de bu soruya bağlı olarak, şöyle sorular belirmektedir: Kompozisyondaki bileşikler, estetik ve teknik olarak nasıl ayrılmaktadır? Hangi tip bileşikler bilimi, hangi tip bileşikler sanatı ilgilendirmektedir? Ya da şu soru: Estetik ve teknik bileşiklerin kompozisyonları, tümüyle ayrı şeyler mi?  İlk bakışta ayrı gibi duruyor. Öyle ya; teknik bileşiklerin kompozisyonlarından türetilmiş bazı formüller ile estetik kompozisyonların duygu dünyaları nasıl bir araya gelebilir ki? Bu ayrımı yapabildiğimiz ölçüde yine bir rahatlama mı hissedeceğiz? Sürekli ürettiğimiz soruların yanıtlarına kolayca ulaşmış olduğumuzu mu sanacağız? Pek öyle değil, yine de bir rahatsızlık duyuyoruz, bir şeylerin yanıtsız kaldığı kuşkusunu sürdürüyoruz… Nedir o kafamızı kurcalamaya devam eden şey? Şu: Bir resmin ya da daha genelde herhangi bir sanat yapıtının teknikten ibaret kalmadığı konusunda kesin bir karara sahibiz, sanat teknik bir çözümleme işi değildir, bu doğru; ne var ki bir yandan da şöyle bir şey düşünüyoruz: Her sanatçının yapıtlarında, kendilerine ait teknikler yok mudur? Bunun da ötesinde o yapıtları özgün kılan şey, en fazla o teknik buluşlar değil midir? Ama en uç noktada sanatçı-öznenin özerkliği, o teknik buluşlarla belirlenmez mi?

Bir kez daha Deleuze ve Guattari’nin kitabına göz atalım, orada şöyle bir tümceyle karşılaşıyoruz: “Bir sanat yapıtı asla teknik tarafından ya da teknik için yapılmamıştır.” Yazarlar bu tümceyle, bir sanat yapıtı için tekniğin bir “hiç” olduğunu öne sürüyorlar ve estetik bir kompozisyonun mutlak gerekliliğini savunuyorlar. Bu durumda onlar da mı teknik ile estetik arasında bir ayrımı dayatmaya çalışıyorlar? Fakat öyle değil; tümcenin devamını okuduğumuzda, teknik konusunda ansızın daha açık bir düşünceyle karşı karşıya geliyoruz: “Şüphesiz, teknik her sanatçıya ve her yapıta göre bireyselleşen pek çok şeyi içerir: Edebiyatta sözcükler ve sözdizimi; resimde yalnızca tuval değil, ama tuvalin hazırlanışı, boya maddeleri, onların birbirlerine karıştırılması, perspektif yöntemleri; ya da batı müziğinin on iki sesi, müzik aletleri, skalalar, perdeler…” 

Galiba burada, “estetik kompozisyon” tanımı üzerine bir saptama yapabilme olanağına yaklaşıyoruz ve şöyle bir şey düşünmeye başlıyoruz: Bir kompozisyonun estetik olabilmesi için ya da onun bileşik bir yapı içerebilmesi için, şu âna kadar ayrı ayrı tanımladığımız iki kompozisyon yapısını örtüştürmemiz kaçınılmaz oluyor. Daha açık bir ifadeyle: Estetik bir kompozisyon, teknik kompozisyonu da içinde barındırabildiği kadar “estetik” olabiliyor; “bileşiklerin bütünlüğü” denilen de bu olmalı… Ve son tümceyi de okuduğumuzda, bu konuda artık hiçbir kuşkumuz kalmayacak: “Ve iki düzlem, teknik kompozisyon düzlemiyle estetik kompozisyon düzlemi arasındaki ilişki, tarihsel olarak hiç durmaksızın değişir.” Çok net: İki kompozisyon arasında mutlak bir ilişkiden söz ediliyor… Bununla birlikte estetik kompozisyonun değişimi, bu ilişki içinde, teknik kompozisyonun değişimine (de) bağlanıyor.

Saptamalarımızın son haline varmış bulunuyoruz: Sunulan bir estetik kompozisyon mademki herkese açık, davetkâr bir “ön bahçe”dir, ama onun içine sızmış ve tam anlamıyla onunla örtüşmüş olan teknik kompozisyon da bir “arka bahçe”dir. Sanatçının bağımsız öznesini içeren, o öznenin tüm kararsız arayış süreçlerini kavrayan, sonuçta da ona bir çıkış yolu gösteren şey, bu “arka bahçe”nin ta kendisidir; “ön bahçe”nin davetkârlığa hazırlanması sürecinde, her şey “arka bahçe”de olup biter. Yine de bizim bir sergide, bir konser salonunda, edebi bir kitapta vb. izini sürdüğümüz ne varsa, estetik kompozisyondur: İki kompozisyon düzleminin birbirlerine sızdığı “ön bahçe”dir…

Şimdi Buket Güreli’nin resimlerine gelelim; sanatçı bu sergisindeki yapıtlarıyla, sanki bize bir oyun oynuyor: Mekâna yerleşmiş resimler, tartışmasız biçimde “ön bahçe”dir; bunun tek bir nedeni vardır ki o da “sunuluyor” olmasıdır. Biz de o mekânda hemen şunu düşünürüz: Estetik kompozisyonlardır bunlar… Ve içlerine iyice işlemiş, orada iyice gizlenmiş teknik yapısıyla birlikte… Bir alışkanlığın uzantısında ise şöyle deriz: “Demek ki ‘ön bahçe’ye davet edildik ve işte oradayız; zaten estetik bir kompozisyonda ‘arka bahçe’yi görebilmemiz mümkün değil, gerekli de değil.” Tuvallerin yüzeylerine yayılmış biçimlere, onların bir kompozisyona nasıl uyarlandığına bakarız. Oralarda gördüklerimiz, bir bahçe, bir orman, birkaç insan ve hayvan figürü ve bazı eşyalardır. Belki biraz basit buluruz bunları… Resimler ne anlatmaktadır? Çok açık itiraf etmeliyiz ki bu kompozisyonların bizi sarstığı, deneyim ve duygu dünyamızı derinleştirdiği ya da olmadık durumlarla yüz yüze bıraktığı gibi bir hisse kapılmayız. Daha önce vurguladığımız üzere, tuvallerin yüzeylerinde gezinip durmaktayızdır çünkü… Oralarda “ilginç” bir şeyler aramaktayızdır ve bulduğumuzla yetinmek zorundayızdır.

Oysa sanatçının oynadığı oyunu fark edebilenler, bu resimlerin önlerinde çok daha uzun bir zaman geçirmek durumunda kalacaklardır; bunlar “ön bahçe”nin değil, büyük ölçüde “arka bahçe”nin sunulduğu resimlerdir. Başka türlü söyleyişle, sanatçıların genellikle gizlediği ya da estetik kompozisyonun bileşiği olarak kullandığı “arka bahçe”ye, Buket Güreli daha fazla izin vermiş ve neredeyse onu doğrudan doğruya kendi sergisinin odak noktasına yerleştirmiştir. Bahçeler yer değiştirmiştir; “arka bahçe” “ön bahçe”ye dönüştürülmüştür. O zaman biz izleyiciler, “arka bahçe”nin ayrıntılarına dalmak zorunda kalırız, asıl seyredeceğimiz şey o olur. Nasıl ki sanat tarihinde rastladığımız gibi, yalnızca tek bir renge boyanmış bir tuvalde, yüzeydeki fırça kıpırtılarına takılıp kalmak zorundaysak, bu sergideki resimlerde de bazı lekelere ve boşluklara takılıp kalmak zorundayızdır. Uzaktan boya kütleleri halinde algıladığımız, kendi içlerinde yoğunlaşıp seyrelen o kütleler, ortaya bazı “öyküsellikler” çıkartsa da göreceğimiz şeyler bunlar değildir; bunların nasıl şaşırtıcı bir teknikle meydana getirildiğidir: Birbirlerini tamamlayarak zengin etkiler yaratan kâğıt parçaları… Bunlardan oluşmuş geniş lekeler… Kimi yerlerde saydamlaşan, kimi yerlerde yoğunlaşan, kimi yerlerde de boya ile desteklenen alanlar… Bu etkiler, kabaca bir bakışla boyayı andırsa da bir “kolaj mantığı” taşımaktadır. Dikkatli bir izleyici bundan böyle, o resimlerin hangi öyküleri anlattığına değil de “nasıl” anlattığına bakacaktır.

Sonuç olarak, bu serginin izleyiciye sorduğu bir soru vardır. Sergi, yazının başında da belirttiğimiz gibi şunu sorar: Bir resim bize ne anlatır? Sunulmuş bir “ön bahçe”de olup biteni mi? Bu olabilir, ama bundan mı ibarettir bir resmin anlattığı? Ya “arka bahçe”de olup bitenler ne olacak? O halde bir resim “arka bahçe”sini bize açtığında, ondan ne anlayacağız? Bu sorunun yanıtı çok zor sayılmaz: Bir resmin “ne olduğu”nu anlayacağız… Basit ya da karmaşık, anlattığı tüm öykülerin dışında… Salt bir resmin ne olduğunu… Onun doğuş serüveninin iç yüzünü… Bu süreç de bir deneyim ve bir duygu kaynağı olabiliyorsa, elbette estetiktir. Buket Güreli’nin resimlerinde görüldüğü üzere…